26 Mayıs 2009 Salı

ب harfinin altindaki nokta ...


Çocuk topla oynuyordu. Bir yerküreyle. Dünya haritası her seferinde daha hızla çarpıyordu yere ve daha yükseğe zıplıyordu. Dağlar başını tavana değdiriyor, denizler köpüklerini duvarlara saçıyor, evler kiremitlerini halıya döküyordu. Anne, "Yeter! Şimdi komşular kapımıza gelecek!" diye bir çığlık attı sonunda.
Çocuk bu çığlığı, "Daha hızlı, daha yükseğe!" şeklinde tercüme etti diline. Ve sevimli tercüman o kadar hızlı vurdu ki yerküreyi yere tavanla zemin arasında şimşekler çaktı. Arkasından bir gök gürültüsü koptu bitişik odadan. Bu babanın sesiydi. Küçük tercüman bu gök gürültüsünü tercüme edemeyince lastik topunu kaptığı gibi soluğu babasının yanında aldı. İki eline sığdırdığı dünyasını uzattı ve sordu:
- İstanbul nerede?
- Bakayım, işte şuralarda.
- Çok küçükmüş.
- Hayır küçük değil, burada böyle görünüyor.
- Aslında büyük mü?
- Evet büyük.
- Peki neden küçüldü?
Çocuğa ölçeği anlatmak zordu. Büyüklüğün ve küçüklüğün ölçeğe göre değişmesini. Yerkürenin kâinatın içinde bir nokta olduğunu. "Benim büyüklüğüm köyüme göredir," dediğini Sâdî'nin. Ölçeği olmayanın önce yüksek bir tepe sonra yüce bir dağ sanacağını kendini. Hz. Nuh'la alay edeceğini gemi yaparken. Tufan koptuğunda bile yükselen suyun bir "ölçek" olduğunu fark edemeyeceğini. "Gemiye gel!" teklifini ciddiye almak yerine, dağlara tırmanacağını kurtulmak için. Ah dağlar! Hadi kurtarın azdırdığınız insanı! Demek kibrinizden kabul etmiyorsunuz gemiyi. Tevâzunun deniz seviyesi olduğunu bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz, suyla toprağın zirvelerinizde değil eteklerinizde buluştuğunu. İşte tevazu gösteriyor Cûdî! Eğiliyor geminin önünde. Bu yüzden yaratıcı bütün dağlar içinde ona veriyor varlığı konuk etme izzetini. Ah dağlar! Yüce Allah birinizin üzerinde bir peygamberle konuşacağım deyince nasıl da yarıştınız boy ölçüşmek için. En yükseğinizde gerçekleşeceğini düşünerek bu buluşmanın nasıl da diktiniz omuzlarınızı. Halbuki Tûr-i Sina, siz bulutlara değmeye çalışırken tevazuyla indirmişti kanatlarını. Alçalmıştı ve onun kalbinde gerçekleşmişti Yüce Allah'la Musa (as) arasındaki büyük buluşma.
- Neşter!
- Buyurun efendim.
- Makas!
- Buyurun efendim!
- Sözlük!
- Sözlük mü!
Evet sözlük. "Neşter"den daha keskin bir kelime "tevazu." "Vaz'" yere koymak Arapça. Tevazu yere koymak nefsi. Bir kalp nakli bu! Bir gök merdiveni ayakları yerde. Bir hadis: " Kim tevazu gösterirse, Allah yüceltir onu." Bir şiir Kuyucaklızâde'den: "İrtifâ-i kadr için lâzım tevazu' âdeme/ Şemsi gör kim sâyesin salmış ayaklar altına/ Kadrinin yücelmesi için tevazu gerekir insana/ Güneşe bak, nasıl salmış gölgesini ayaklar altına." Bir tanım Abdullah er- Râzî'den: "Hizmette ayrıcalık yapmayı terk etmektir tevazu." Bir başka tarif İbn-i Mübarek'ten: "Zenginlere karşı değil, fakirlere karşı tevazu gerçek tevazudur." Ve bir hikaye: Ömer b. El- Hattab su taşıyor omzundaki kırbayla halka. Urve bin Zubeyr, hayret ederek başkanına, "Yakışmıyor sana bu durum!" diyor. Ömer bu söze gülümsüyor: "Heyetler bana olan bağlılıklarını göstermek için yanıma gelip gidiyor, sözlerimi dinliyorlar huşuyla. Bu yüzden büyüklük ve gurur girdi nefsime. O gururu kırmak istiyorum işte!" Ve bir başka hikaye: Ebu Hureyre, Medine valisi olduğunda sırtında bir kucak odun, kalabalığın arasında yürüyor. "Yol açın Emîre!"
Yol açın tevazuya! Zirvede yanan ateş her zaman ısıtmaz. Benlik dağlarından salkım salkım sarkan dağcılar! Bu üzüm olgunlaşmaz. Yol açın tevazuya! O yolda itiraf etsin Descartes: "Doğrusu, bilinmesini isterim ki, bugüne kadar öğrendiğim pek az şey, bilmediğim, bununla beraber öğrenebileceğimden de ümidimi kesmediğim şeylerin yanında hemen hemen bir hiçtir." Yol açın tevazuya! Ki Hamdun el- Kassar haritasını çizsin: "Tevazu, hiç kimsenin ne dinde ne dünya hususunda sana ihtiyacı olmadığını bilmendir." Yol açın tevazuya! Ki Ebu Yezid kristal bir ayna getirsin soranlara. "Kişi ne zaman görür mütevazı birini aynada?" Ayna yansıtır cevabı: "Kişi kendisinden daha kötü birini görmediğinde dünyada!" Yol açın tevazuya. Yol açın ki, sorusunu yöneltsin Şiblî:
- Sen kimsin?
- Efendim ben "be" harfinin altındaki noktayım.
- Sen nefsine bir mertebe tanımadıkça böyle, doğru bir çizgide yol alırsın.
Çocuk topla oynuyordu. Bir yerküreyle. Dünya haritası her seferinde daha hızla çarpıyordu yere ve daha yükseğe zıplıyordu. "Yapma!" dedikçe lastik topunu daha şiddetli vuruyordu yere. Zeminle tavan arasında şimşekler çakıyordu. Bir ara top öyle bir sıçradı ki açık pencereden dışarı fırlayıp gökyüzüne karıştı. Ateşten bir toptu, soğuk bir tabakaya çarptı. Bütün tepelerini ve dağlarını yeryüzünde bırakıp denizlerini taşıdı bulutlara.

Âşık, pencereden ayrılmayan dîvâne



Pencereden ayrılmıyor, delilik nöbeti bu. Kendini bildi bileli, desem yanlış olur; kendini kim bilebilir! Kendini kaybedeli pencereden ayrılmıyor. Müzeler boşalmış. Yeryüzünün ve gökyüzünün bütün tabloları bir bir geçerken önünden, o boş gözlerle (bazen dolu) kendini bekliyor gözünü kırpmadan. Zamanın ne önemi var.
Güneş saatlerinden kum saatlerine, masa saatlerinden duvar saatlerine bütün saatler durmuş. O pencere saatiyle yaşıyor. Her şey ama her şey o çerçeveden süzülüp giriyor ruhuna. Her şey ama her şey pencereden geçtikten sonra değişiyor. Mavi, pencerenin arkasında mavi, yeşil, pencerenin arkasında yeşil, sarı pencerenin arkasında sarı; ağaç pencerenin arkasında ağaç, bulut pencerenin arkasında bulut, su pencerenin arkasında su. Sınırı geçeni vuruyor nöbetçi. Renkler kıpkırmızı. Ağaçlar kupkuru. Bulutlar kapkara. Buharlaşıyor su. Vak'anüvislerin kalemi değiyor kağıda: Galib'in mağlubiyeti bu; "Mecnûn gibi deşti etmeyip câ/ Her şehre ki bakdı oldı sahrâ (Mecnun gibi çöllere düşmedi ama, hangi şehre baktıysa o şehri çöle döndürdü)" Hem Mecnun bile uğramıyor artık Leyla'nın kabilesine. Bir haber ulaştıralım bari diyenlere kızıyor: "Sakın adımı sevgilimin yanına götürmeyin! Çünkü onun bulunduğu yerde benim anılmam mânasız olur." İşte bu yüzden pencereden ayrılmıyor dîvâne. Sabrın doksan dokuz âlemli kordan tesbihini çekiyor kömürden parmaklarıyla. Raftan kamusu indirmiyor, "âşık"ın anlamını kim bilsin. Bakırdan bir üzüm salkımı koparıyor Sâdî'nin Bostan'ından: "Dilek sahibinin çok sabırlı, çok dayanıklı olması gerek. Ben simyacıların usanç duyduklarını hiç işitmedim. Dahası belki bir gün bakırı altın yaparız diye nice altınlarını kara toprağa atmışlardır."
Ey âşıkların hallerinden bîhaber aklın gürzlerini indirenler camlara. Kuşeyrî'yi dinleyin: "Âşıklar sözlerinden dolayı kınanmazlar!" "Meyhane", "Şarap", "Sâkî" mi dediler. "Meyhane", "Şarap", "Sâkî" midir acaba! Pencereden geçerken değişmediler mi? Pencere hem alem, hem âlem, hem alâimisema. Bakın Şiblî, bayılıp yere düştü Bağdat'ta, kekik otu satan bir seyyar satıcının sözlerini duyup: "Yâ sa'ter berrî!" Adam kekik otu diye bağırdı fakat cümle, pencereden şöyle geçti: "es-Sâ'ate Birrî" yani, "Saat(Kıyamet) benim iyiliğimdir." Bir başka satıcı "Yâ Baklî!" diye bağırdı da bakla satarken, bir başka sûfî kapaklandı yere, "Yâ Bâkin lî (Ey benim için bâkî olan)" dendiğini sanarak. Zan değildi bu. Cümleler değişmişti, pencereden geçerken. Ah kızmayın, acıyın âşıklara. Ya da âşıklar acısın. Aklın zincirlerini şakırdatırken siz. "Zülüf"süz, "kaş"sız, " kirpik"siz. Aşkla kılınacak iki rekat namazın abdestini kanla alsın Hallac gülümseyerek size. "Güzelliğin, başkalarının sana âşık olmasına muhtaç değil, hepsinden müstağni. Müstağni ama ben bu aşktan dönecek, vazgeçecek adam değilim!"diye inlerken Hâfız. "Dost aşkında aklı kurban etmek lâzımdır," desin Mevlâna.
Ey "aşk" denince aklı yerinden oynayan! Kelimelere takılma. Hakk'la konuşan Kelîm'e bak Tur dağında. "Sağ elindeki nedir ey Musa?" diye soruyor Allah. Yatışsın diye soruyor titreyen kalbi, "O asâ'mdır. Ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onunla daha birçok ihtiyacımı gideriyorum," kelimeleri dökülsün diye dudağından. Ki buyursun; "At onu yere!" Der demez fırlatsın elinden âsayı Musa. O da ne: Hızla sürünen koca bir yılan. Yalnız kelimeler değil demek değişen. Ey "aşk" dendiğinde korkan. Bak, ne diyor Allah Hz.Musa'ya: "Al onu, korkma, biz onu yine ilk durumuna sokacağız." Sonra azgın Firavun'a gönderiyor onu. Bir dua öğreterek: "Rabbim benim göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz, ki anlasınlar sözümü." (Tâhâ, 25-28)
Sır kelimelerde değil kalpte. Ne duymak istiyorsa, onu işitiyor insan. İmam Gazâlî, Kimyâ-yi Saadet'de bir Acem sûfiyi anlatıyor. Arapça bilmeyen sûfî, bir sema meclisinde "Mâ zârenî fi'n-nevmi illâ hiyâlukum" (Uykuda yalnız hayaliniz beni ziyaret eder) sözünü işitir işitmez titremeye başlıyor cezbeye kapılıp. Dergâhtakiler şaşıyor bu hale: "Anlamadığın bir söz, nasıl heyecanlandırır seni!" diyorlar. "Neden anlamayacak mışım!" diye kızıyor sûfî. "Şair diyor ki, 'mâ zârîm (Biz perişanız) çaresiziz ve tehlikedeyiz." Ah tebessüm ne güzel yayılıyor yüzlerde! Berrak bir göl kıyılarını arıyor. Gazâlî'de çözülüyor düğüm. Önemli olan haldir, diyor. Sözleri anlamamış ne gam! Bu hal, 'dinleyeni' 'dinlenen' kadar önemli kılıyor. Hazırlıklı bir kalbi ayırıyor hazırlıksız kalpten. Her kelime her dinleyende yeniden yazılıyor.

Gizlenen sevgili ...

Aşkın sebepleri arasında en inanılmaz olanı belki de rüyada görüp âşık olmaktır. İnsan sevgiliyi rüyada her vakit görür ama rüyada yalnızca bir kez gördüğü birine sevgili der mi?
Bunlar olsa olsa Hüsrev ile Şirin, Vamık ile Azra hikâyelerinde olur. Gönlün, hiç mevcut olmayan birine tutulması, sanki hiç gerçeği olmayan bir şeyle geçim sağlamak gibi değil midir? Birisi hiç görmediği ve asla göremeyeceği bir güzeli sevdiğini söylerse herhalde aklından zoru olduğunu düşünürler. Ruhu ona telkin ediyormuş, temenni ve arzuları kalbini yönlendiriyormuş, bunlara inanmazlar. Oysa bir âşık, sevgilinin ay mı, güneş mi olduğunu bilemese de, aklının bir oyunu mu, hayalinin bir çılgınlığı mı olduğunu kestiremese de, gözlerine her daim onun görüntüsü girdiği müddetçe âşık değil midir? Âşık olmak için maddî varlık şart mıdır? Allah'ın güzelliğini rüyasında görüp ona âşık olan sufiye inanıyoruz da neden bu âşıka inanmıyoruz. Eğer ona inanmayacaksak aşk surete tapmaktan gayrı ne olur ki? O halde bir kişi sevdiğini karşısında görmeden de âşık olabilir. Sevgili için kaygılanmak da, hayaliyle mest olmak da, geceleri uykusuz kalmak ve seherlerde acı çekmek de hep âşıkın sevgiliyi görmeden yaptığı şeyler değil midir? Bir duvarın arkasında şarkı söyleyen bir kadını işitmek, bazen ona tutulmak için yeterlidir. Bazıları buna temelsiz bir bina gözüyle bakabilir, ancak âşık, o binayı inşa etmekte her zaman çok mahirdir. Zihni görmediği bir varlığın tutkusuyla meşgul olan kişi, düşünceleriyle baş başa kaldığında hayalinden ona şekiller çizer, kıyafetler giydirir, renk ve koku isnat eder, tavır biçer. Sevgili, âşıkın zihninin içinde yapılıp mükemmelleştirilir, âşıkın hayali ve tasarım gücü sevgilinin güzelliğini artırır. O şarkıcıyı bir yerde görsün, yahut görmesin. Şimdi kim bu şarkıcıya âşık olan kişiyi ayıplayabilir ki? Cenneti de ancak tasvirle tanıyor değil miyiz? Onun söylediği şarkılar kulağımızı doldurup kalbimizi ona yönlendirdiğinde genelde âşık onun güzelliğini sesine göre ölçmez mi? Eğer kendisini gördüğünde aşkı artıyorsa şarkıcıda onun sesine denk bir güzellik görmüş demektir. Ama eğer şarkıcının yüzü sesinden daha güzel ise bu âşıkı, sesten yola çıkarak güzelliği keşfettiği için tebrik etmek gerekmez mi? Cennetin en güzel tasvirleri bile cennetin yanına yaklaşmaktan uzak değiller midir? O halde, kainatta görülen bütün güzelliklerin "Mutlak Güzel"den bir iz taşıdıkları için güzel olduğunu söyleyen sufiler haksız sayılabilirler mi? Kim Allah'ın güzelliğine vurulup da ona tapınıyorsa aşkı mübarek olsun!..


Aşk hikâyesi


"İstanbul'da bir zamanlar, devletlulardan olan komşusunun oğluna gönlünü kaptırmış bir kız yaşarmış. Oğlanın hiç haberi yokmuş sevildiğinden. Kederi artıyor, umutsuzluğu büyüyormuş kızcağızın. Sonunda onun sevdasından yataklara düşmüş. İffetinden gidip halini oğlana anlatamamış. Anlattığı vakit "Ya inanmazsa!" diye korkuyormuş belki de. Sonra "Ya beğenmezse!", "Ya yüz çevirirse!" gibi ihtimaller belirmiş zihninde. Bunlar da hastalığını artırmış, nergisceğiz erimeye, solmaya başlamış. Nihayet annesi gerçeği anlamış. Ona sırdaş olmayı teklif edip işin aslını öğrenmiş. Sonra da demiş ki "-Ona halini bir şiirle anlatmalısın!" Kız bu yolu denemişse de oğlan aklından geçirmiyor, zeki ve duyarlı olmasına karşın asla kıza toz kondurmuyormuş. Sonunda aşk hadden aşıp ölümcül raddelere gelmişken kader onlara fırsat tanımış, bir gece baş başa kalmışlar. Kızın kalbi yerinden oynayacak gibi olmuş, sabrı tükenmiş, amma iffetinden bir adım dışarı çıkmamış. Gecenin sonunda ayrılmak üzere kız ayağa kalkmış, fakat kalbi o sırada kendisine hükmetmiş ve oğlanı yanağından öpmüş. Sonra tek kelime söylemeden güvercin yürüyüşüne benzeyen bir yürüyüşle, kulağındaki küpeleri çın çın sallayarak çıkıp gitmiş.
Delikanlı çok şaşırmış tabii. Gücü takati kesilmiş, soğukkanlılığını yitirmiş. Öfkelenmiş, utanmış, sevinmiş, eli ayağına dolaşmış... Kız daha bahçe kapısından çıkmadan aşk tuzağına yakalanıvermiş. Ertesi gün yüreğinde ateş alevlenmiş, soluk alıp vermesi ritmini bozmuş, korkuları çoğalmış... Gözüne uyku girmeden üç gece geçirmiş ve dördüncü gün sabahleyin kızı görmek için evden çıkmış. Ne çare, kız o gece aşk yolunun son yolculuğuna yürümüş. Daha sonraki zamanlarda delikanlıyı hep onun mezarı yakınlarında dolanırken görmüşler.

ASK SIRRI

Bir zamanlar yaşlı bir adam ah çekmeyi, gözyaşı dökmeyi âdet edinmişti. Bir dostu ona bunun sebebini sordu. O da anlattı:Ben bir köle tüccarıydım.
İstanbul'da, 300 liraya bir cariye satın almıştım. Yüzü aydan aydın, dudağı şekerden tatlı bir dilberdi. İşve ve naz mesleğinde onu yetiştirdim. Çok emek çektim. Çok gayret sarf ettim. Pazara götürdüğümde pazar kızıştı, müşteri çoğaldı, fiyat yükseldi. Satmadım, bekledim. İkindi bereketi, silahlar kuşanmış karayağız bir delikanlı atının üstünde çıkageldi. Benim kölemi görünce atından indi, yanına yaklaştı, gülümsedi ve "Adın ne?" dedi. Kölemin de ona gülümsediğini gördüm. Delikanlı bana döndü ve fiyatını sordu. "Kendisi tam ayar altın bebektir ve tam ayar bin altın eder." dedim. Hiçbir şey söylemedi. Oralarda biraz gezinip oyalandı. Sonra kölenin avucuna gizlice bir şey verip gitti. Akşam olunca bunun yüz altın olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Ertesi gün kölemin değeri daha da arttı. Ben satmayı geciktiriyordum. O gün ikindi vakti o delikanlı yine geldi. Yine kızın avucuna bir şey bıraktı. Baktım, yüz altın daha. Böyle dört gün devam etti. Beşinci gün delikanlıyı takip ettim. Kaldığı yeri öğrendim. Sordum, soruşturdum. En son atını satmış. Altıncı gün köle pazarına yine geldi. Lakin köleyi yalnızca uzaktan seyretti. O gece kızın elinden tutup delikanlının evine götürdüm. "Benim bu gece acil bir işim çıktı. Bu köleyi sana emanet bıraksam yarına kadar kollayıp gözetir misin?" dedim. Önce kabul etmek istemedi, sonra razı oldu. Ben kaldığım hana döndüm. Gece aralarında nasıl geçer, beraberlikleri ne şekilde yürür diye düşünerek yatağıma oturdum. Gece yarısına doğru kapım şiddetle yumruklanmaya başladı. Açtım. Kölem ağlıyor ve titriyordu. "Sana ne oldu; o genç ile aranızda ne geçti?" dedim. Ağlaması durmuyordu. Neden sonra mırıldandı:
-O genç öldü.
-Bu nasıl oldu peki?
-Sen ayrılınca beni iç odaya aldı. Bana yemek getirdi. Ben yerken o oturup beni seyretti. Elimi yıkamam için leğen getirdi. Sonra bir yatak serdi. Üzerime misk ve gülsuyu serpti. Bana gözlerimi yummamı söyledi. Yumdum. Parmağını yanağıma koydu. "Süphanallah! Bu ne güzel sevgili; ne etkileyici bir güzellik!" diyor, bunu tekrarlayıp duruyordu. Sonra birden, "Allah'ım hata ettim, haddi aştım, affet beni!" dedi ve sonra "Allah'a aitiz ve ona döneceğiz!" ayetini okuyarak haykırdı, düştü. Gözümü açıp vücudunu sarstım. Canını Allah'a teslim etmişti.
Kölem bunları anlattıktan sonra sabaha kadar ağladı ve gün doğarken o gencin adını sayıklayarak ruhunu teslim etti. İşte benim bütün bu ağlamalarım günahtan kaçınarak sevgilerine leke getirmeyen o iki âşıkın anısınadır. O iki temiz ve zarif genç gibisini belki bir gün bir yerde buluveririm diye dünyada dolanıp durmadayım. Yaşadıkça bu arayışımı sürdürecek ve böyle öleceğim.

divan edebiyatinda ASK ...

Dünya dönmeye başladığından bu yana aşk, varolagelen en yoğun duygudur. En eski dönemlerden itibaren sözlü ve yazılı edebiyatın en çok işlediği konu aşktır.Aşk her tür edebi eserde işlenmiştir. Özellikle şiirlerde en etkili ve en duygusal biçimiyle karşımıza çıkar. Aşk, Divan edebiyatının vazgeçilmez konusudur. Divan edebiyatında aşk, ıstırap ve acı doludur.Divan edebiyatında aşk, ilacı bulunmayan bir derttir; fakat Divan şairleri bu derde sahip oldukları için mutludurlar. 16.yy şairi Fuzuli’nin “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/ Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” beyiti bu durum için verilebilecek en güzel örneklerdendir. Görüldüğü gibi, şair, içerisinde bulunduğu aşk derdinden şikâyetçi değildir; tam tersine aşk derdiyle yaşadığı için mutludur.Divan edebiyatında aşk, uğruna her şeyin feda edilebileceği bir değer olarak görülmektedir. “Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!” dizesinde Fuzuli, “Ey gönül! Sevgili canını istemiş, vermemek olmaz.” diyerek aşkın her şeyden güçlü bir duygu olduğunu dile getirmiştir. Burada şair, sevgili (aşk) için ölümü dahi göze alır ki aşka ve aşkın yüceliğine o kadar çok inanmaktadır. Ayrıca, yine Fuzuli’nin “Leyla ile Mecnun” adlı mesnevisinde yer alan “Cânı cânâna vermektir kemâli âşıkın/ Vermeyen cân itiraf etmek gerek noksanına.” beyiti de buna örnektir. Şair, bu beyitte, sevgili uğruna can verilerek aşkın tamamlandığını, bunu yapmayanların eksiklerini kabullenmeleri gerektiğini vurgular. Bu örneklerde de görüldüğü gibi Divan edebiyatında ve Fuzuli’nin gazellerinde, aşk uğruna her şey göze alınır, bu uğurda yapılamayacak şey yoktur. Divan edebiyatı eserlerinde aşklar platonik, sevgili vefasız ve zalimdir. Âşık olan kişi ise her zaman bahtsızdır. “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı/ Felekler yandı ahımdan, murâdım şem’i yanmaz mı?” beyitinde Fuzuli, sevdiğinin onu canından usandırdığını, derdiyle göklerin yandığını; fakat dilek mumunun yanmadığını vurgulamaktadır. Bu alıntıda da görüldüğü gibi şair, sevgilinin eziyetlerinden ve kötü davranışlarından şikâyetçidir. Sevgili, bu durumda vefasız ve zalim; seven ise bahtsızdır.