26 Mayıs 2009 Salı

Âşık, pencereden ayrılmayan dîvâne



Pencereden ayrılmıyor, delilik nöbeti bu. Kendini bildi bileli, desem yanlış olur; kendini kim bilebilir! Kendini kaybedeli pencereden ayrılmıyor. Müzeler boşalmış. Yeryüzünün ve gökyüzünün bütün tabloları bir bir geçerken önünden, o boş gözlerle (bazen dolu) kendini bekliyor gözünü kırpmadan. Zamanın ne önemi var.
Güneş saatlerinden kum saatlerine, masa saatlerinden duvar saatlerine bütün saatler durmuş. O pencere saatiyle yaşıyor. Her şey ama her şey o çerçeveden süzülüp giriyor ruhuna. Her şey ama her şey pencereden geçtikten sonra değişiyor. Mavi, pencerenin arkasında mavi, yeşil, pencerenin arkasında yeşil, sarı pencerenin arkasında sarı; ağaç pencerenin arkasında ağaç, bulut pencerenin arkasında bulut, su pencerenin arkasında su. Sınırı geçeni vuruyor nöbetçi. Renkler kıpkırmızı. Ağaçlar kupkuru. Bulutlar kapkara. Buharlaşıyor su. Vak'anüvislerin kalemi değiyor kağıda: Galib'in mağlubiyeti bu; "Mecnûn gibi deşti etmeyip câ/ Her şehre ki bakdı oldı sahrâ (Mecnun gibi çöllere düşmedi ama, hangi şehre baktıysa o şehri çöle döndürdü)" Hem Mecnun bile uğramıyor artık Leyla'nın kabilesine. Bir haber ulaştıralım bari diyenlere kızıyor: "Sakın adımı sevgilimin yanına götürmeyin! Çünkü onun bulunduğu yerde benim anılmam mânasız olur." İşte bu yüzden pencereden ayrılmıyor dîvâne. Sabrın doksan dokuz âlemli kordan tesbihini çekiyor kömürden parmaklarıyla. Raftan kamusu indirmiyor, "âşık"ın anlamını kim bilsin. Bakırdan bir üzüm salkımı koparıyor Sâdî'nin Bostan'ından: "Dilek sahibinin çok sabırlı, çok dayanıklı olması gerek. Ben simyacıların usanç duyduklarını hiç işitmedim. Dahası belki bir gün bakırı altın yaparız diye nice altınlarını kara toprağa atmışlardır."
Ey âşıkların hallerinden bîhaber aklın gürzlerini indirenler camlara. Kuşeyrî'yi dinleyin: "Âşıklar sözlerinden dolayı kınanmazlar!" "Meyhane", "Şarap", "Sâkî" mi dediler. "Meyhane", "Şarap", "Sâkî" midir acaba! Pencereden geçerken değişmediler mi? Pencere hem alem, hem âlem, hem alâimisema. Bakın Şiblî, bayılıp yere düştü Bağdat'ta, kekik otu satan bir seyyar satıcının sözlerini duyup: "Yâ sa'ter berrî!" Adam kekik otu diye bağırdı fakat cümle, pencereden şöyle geçti: "es-Sâ'ate Birrî" yani, "Saat(Kıyamet) benim iyiliğimdir." Bir başka satıcı "Yâ Baklî!" diye bağırdı da bakla satarken, bir başka sûfî kapaklandı yere, "Yâ Bâkin lî (Ey benim için bâkî olan)" dendiğini sanarak. Zan değildi bu. Cümleler değişmişti, pencereden geçerken. Ah kızmayın, acıyın âşıklara. Ya da âşıklar acısın. Aklın zincirlerini şakırdatırken siz. "Zülüf"süz, "kaş"sız, " kirpik"siz. Aşkla kılınacak iki rekat namazın abdestini kanla alsın Hallac gülümseyerek size. "Güzelliğin, başkalarının sana âşık olmasına muhtaç değil, hepsinden müstağni. Müstağni ama ben bu aşktan dönecek, vazgeçecek adam değilim!"diye inlerken Hâfız. "Dost aşkında aklı kurban etmek lâzımdır," desin Mevlâna.
Ey "aşk" denince aklı yerinden oynayan! Kelimelere takılma. Hakk'la konuşan Kelîm'e bak Tur dağında. "Sağ elindeki nedir ey Musa?" diye soruyor Allah. Yatışsın diye soruyor titreyen kalbi, "O asâ'mdır. Ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onunla daha birçok ihtiyacımı gideriyorum," kelimeleri dökülsün diye dudağından. Ki buyursun; "At onu yere!" Der demez fırlatsın elinden âsayı Musa. O da ne: Hızla sürünen koca bir yılan. Yalnız kelimeler değil demek değişen. Ey "aşk" dendiğinde korkan. Bak, ne diyor Allah Hz.Musa'ya: "Al onu, korkma, biz onu yine ilk durumuna sokacağız." Sonra azgın Firavun'a gönderiyor onu. Bir dua öğreterek: "Rabbim benim göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz, ki anlasınlar sözümü." (Tâhâ, 25-28)
Sır kelimelerde değil kalpte. Ne duymak istiyorsa, onu işitiyor insan. İmam Gazâlî, Kimyâ-yi Saadet'de bir Acem sûfiyi anlatıyor. Arapça bilmeyen sûfî, bir sema meclisinde "Mâ zârenî fi'n-nevmi illâ hiyâlukum" (Uykuda yalnız hayaliniz beni ziyaret eder) sözünü işitir işitmez titremeye başlıyor cezbeye kapılıp. Dergâhtakiler şaşıyor bu hale: "Anlamadığın bir söz, nasıl heyecanlandırır seni!" diyorlar. "Neden anlamayacak mışım!" diye kızıyor sûfî. "Şair diyor ki, 'mâ zârîm (Biz perişanız) çaresiziz ve tehlikedeyiz." Ah tebessüm ne güzel yayılıyor yüzlerde! Berrak bir göl kıyılarını arıyor. Gazâlî'de çözülüyor düğüm. Önemli olan haldir, diyor. Sözleri anlamamış ne gam! Bu hal, 'dinleyeni' 'dinlenen' kadar önemli kılıyor. Hazırlıklı bir kalbi ayırıyor hazırlıksız kalpten. Her kelime her dinleyende yeniden yazılıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder